ARTIK BÜTÜN MEHMETLER BENİM !

 “Bu hikayede yazılanların tamamı gerçek; ama isimler ve yer adları gerçek dışıdır.”


Biz avukatlara kimseler inanmaz. Adımız çıkmış dokuza, inmez sekize. Fakat bu hikaye bilin ki, gerçek. Ama keşke yalan olsaydı da, Siz de bana “yalancı” deseydiniz. Ne var ki, gerçekten, gerçek ..

Bir gün ofisimin kapısı çalındı. Gelen, İzmir’in Bergama ilçesinden bir adam. Dedi ki bana, “bizim dedelerimizden biri bir vakıf kurmuş; ama biz bu vakıftan gelir elde edemiyoruz. Bize yardımcı olabilir misiniz ?”

Ben de “İzmir uzak. Vakıf  davaları da uzun sürer. Kaç kişisiniz ? Bu masrafın altından kalkabilir misiniz ?” diye soracak oldum.

Müvekkil ağzıma tıkadı lafı:

“Ben, Sizin kadınlar için yıllardır çalıştığınızı biliyorum. Ne olur, bu davayı benim bir kadın akrabam için alın. Kendisinin adı Yasemin; ama buraya gelemedi, beni yolladı. Davayı kabul eder ve Bergama’ya giderseniz, Size hikayesini kendi anlatacak” dedi.

Çıtlatacak oldu Yasemin’in hikayesini. Ve ben davayı almaktan başka çare bulamadım.

Karlı bir kış gecesiydi. Otobüsle çıktım yola.…Ertesi günvardım Bergama’ya. Yasemin otogarda beni bekliyordu.

Yasemin, eskiden yaseminmiş; şimdiyse ölmek üzere olan bir kuru çiçek. Karşımda 73 yaşında, başı kapalı beyaz tenli, eskilerin “mihrabı yerinde “ dedikleri türden bir kadın vardı. Aldı beni evine götürdü. Evi, Bergama’nın eski Rum Mahallesinde, arabaların darlıktan giremediği, yılan gibi kıvrıla kıvrıla dağa çıkan ve tüm evlerin taştan olduğu mahallede.

Evlerin çoğu 2 veya 3 katlı orada. Evlerin bazılarının sarı, bazılarının ise menekşe rengi olan boyaları dökülmüş. Çoğu; sanki evvelce hiç güzel olmamış veya Yasemin gibi kötü veya çok yaşadığı için yaşlanmış.

Olayın başı hep acıdır. Sonunu kimse bilemez. “Eflatun” da öyle dememiş mi ? :

“Bu Dünyaya acı çekerek geldim, şaşmaktan ve hayran olmaktan bir an geri kalmadım. İstemeye istemeye gidiyorum. Hiçbir şey bilmediğimden başka da birşey öğrenemedim.”

İşte, bizler de müvekkillerimizden öyle şeyler öğreniriz ki – Eflatun gibi- hiçbir şey bilmediğimizin farkına varırız. Yasemin bana bunu hatırlattı.

İşte Yasemin’in hayatı:

 

1600 yılında doğmuş dedesinin büyük dedesi, Beyzade Hüseyin Ağa.  Bergama’nın en ileri gelen adamıymış bir zamanlar. Büyük zengin. Ama çok büyük bir üzüntüsü varmış. 2 oğlu olmuş. Biri çok erken yaşta göçmüş gitmiş bu Dünyadan. Öbürüyse içkici mi içkici! Kumarbaz mı kumarbaz! Har vurup harman vurmakmış en büyük amacı. Bakmış dede, malları bu oğula dayanmayacak. Bir de o zamanlar –canını sevdiğimin Atatürk’ü! Bizi kul olmaktan çıkarıp vatandaş yapmış- padişah Allah’ın vekili. Herkes onun kulu. Ol derse oluyor; öl derse ölünüyor. Ve toprakların tümü onun.

 

Ne yapsın büyük dede Hüseyin Ağa?O zamanların zenginlerinin çoğunun yaptığı gibi, malları ile bir vakıf kurmuş; çünkü padişah bir tek vakıf mallarına dokunamıyormuş . Sebebi, vakıf mallarının “Ulu Tanrı”nın mülkü gibi, başka birine verilmesinin sonsuza dek yasak olmasıymış.

İslam hukukunda, vakıfların kurulma nedeni olan hayır, sosyal yardımlaşma, dayanışma, sadaka, yararlı iş, yoksul, düşkün ve yetimin düşünülmesi gibi sosyal düşünceler –şimdinin sosyal demokrasi ilkeleri diyebiliriz- yer aldığından, vakıf kurmak da özendiriliyormuş o zamanlar.

 

Öyle bir vakıf kurmuş ki bu Hüseyin Ağa; yaptırdığı camilerde tecvitli Kuran okuyana ve imamlık yapana günde 2 akçe; Bergama’daki caminin önündeki Muallimhanede muallim (öğretmen) olup, Müslüman çocuklarına Kuran öğretene günde 4 akçe ödenmesini; aynı camide, hoş sesli 2 kişinin, her gün 2 akçe ücret ile müezzinlik yapmasını; her ay cami aydınlatması için 40 akçelik mum alınmasını ve kadınların Cuma namazını kıldıkları yeri temizlemek için –demek ki o zamanlar kadınlar da Cuma namazı kılıyormuş !- günde 1 akçe ücret ile 1 kadının görevlendirilmesini; Kınık ve Bergama’daki camilerin minarelerine, namaz gecelerinde 10’ar akçelik kandiller konmasını; bu kandilleri yakan kayyımların herbirine 25’er akçe olmak üzere,  yıllık toplam 325 akçe ödenmesini; sala okuyan müezzinlere günlük 1’er akçe ödenmesini; Bergama’daki hanın rayiç bedelden ile kiraya verilmesini; Bergama’daki toplam 6 cami ve 24 mescidin imamının, her gün 1’er akçe ücret karşılığında, sabah namazının farzından önce ve sünnetinden sonra 3’er adet İhlas okuyup, sevabını Peygamberin ruhuna hediye etmesini; vakfın harcamalarından gelir artarsa, bu gelirin 3 paya bölünüp, 1 payının Kabe’deki fakirlere, 1 payının Medine’deki fakirlere, 1 payının ise Bergama ve Kınık’taki su yollarının bakım ve onarımına harcanmasını; ölümünden sonra her yıl 4 sikke altının, Kabe’deki fakirlere; 3 sikke altının ise Medine’deki fakirlere gönderilmesini; gayrımenkullerin kiralama süresinin 3 yıldan fazla olamayacağını; ölümünden sonra vakfın şartlarının asla değiştirilmemesini ve vakfın gelirleri yeterli iken görevlilerin ücretlerinin eksik verilmemesiniistemiş.

Ama,düşünememiş ki, mallarını korumak için bu vakfı kurduğu tarihten, tamı tamına 270 sene sonra, bir kız torunu doğacak; ve onu kimse koruyamadığından vesikalı olacak!

İşte Vesikalı Yasemin, böyle bir adamın büyük büyük torunu. Ne garip ve ne acı değil mi?

Beyzade Hüseyin Ağa, eğer 1669 yılında İzmir’in Bergama kentinde bu vakfı kurmasaydı, bu mallar babadan-oğula devrolacak ve en kötümser koşullarda bile- hiç değilse %1’iaileye kalacaktı.

Ama şimdi %o 1’i bile kalmamış!.

Son Yönetim Kurulu Başkanı da öldükten sonra, Vakıflar Kanunu’na göre vakfın yönetimi, Vakıflar İdaresi’ne geçmiş ve gelir fazlası yılda sadece 1000 lira kalmış!.

Şaşırmayın BİN LİRA dedim, BİN! 12 aya bölerseniz ayda 83.33 TL.ye tekabül ediyor; yani 100 lira bile değil, Yasemin’e deden kalma vakfın aylık geliri.

Ama tabii ki, Yasemin’in doğduğu 1939 yılında böyle değildi.

Gelelim Yasemin’e:

Yasemin,babası tarafından 16 yaşındayken 45 yaşında bir doktorla zorla nişanlandırılmış. Demişler ki; “Buna baba mı diyeceksin ?”Zaten mahallede de bir sevdiği varmış; o yaştaki tüm kızların olduğu gibi. Bakmış Yasemin, babası onu kendinden 29 yaş büyük bu doktorla evlendirecek, kaçmış sevdiğine. Sevdiği gencin adı Mehmet. Mehmet kamyon şoförü. Evlenmişler. Yasemin hemen gebe kalmış. Oğlu 1 yaşındaymış ki…

 

Mehmet bir gün eve bir kadın getirmiş. Demiş ki, “bu benim teyzemin kızı. Evleri yandı da.. Biraz bizde kalsın.” Yasemin o zamanlar saf. İnanmış kocasına. “İyi, kalsın bari” demiş.Bir gece, biri dürtmüş sanki uyurken onu yatağında.

Karşı odada, kocası Mehmet’in teyzesinin kızı yatıyormuş. Odaya bir girmiş  bakmış ki, Mehmet’le teyze kızı, anadan doğmalar. Yasemin ise hamile o esnada. Daha 17-18 yaşında.

 

Hiçbir şey yapamamış bu durum karşısında. Girmiş geri geri odasına. Nişanlıdan ayrılıp, kaçtığı kocasının, kendini 2 sene sonra aldattığını söyleyemez çünkü babasına. Zaten annesi öleli 6 ay olmuş.

 

Derler ki, anne varken, babanın 1 gözü kör olurmuş çocuklarına karşı. Anne olmayınca da 2 gözü kör. Yasemin’in babası da aynı.

 

Aradan bir vakit geçmiş. Mehmet –kamyon şoförü ya- sefere çıkmış. Yasemin de bunun üzerine, “teyze kızı”nı dövmüş atmış sokağa. Ama bununla kurtulamamış dertten. Mehmet, terk etmiş onu. Kirada kalmış 2 yaşındaki oğluyla -gebe olduğunu da düşürmüş bu arada.

 

Ne yapsın? Gitmiş mecburen baba evine. Ama babası ne dese beğenirsiniz?

“Ne olursan ol ! İster hırsız ! İstersen orospu ! Ama artık bu eve giremezsin!”

 

**

Hizmetçiliğe gitmiş Yasemin. Ama anlatınca hikayesini, evin erkeği asılmış hemen. Güzelmiş de maalesef. Allah çirkin şansı versin derler ya.

Şimdi, güzelleşmek için estetik ameliyat olanlara, bu söz belki manasız gelir. Çocuğuna ekmek götürmek için, çöpten ekmek bile toplamış Yasemin.

 

Bergama’da Sındırgılı bir adam varmış, kocasının eski patronu. Bir gün sokakta karşılaşmışlar. Sormuş adam, “napıyon?” diye. Yasemin, “kocam bana bunları, bunları yaptı” diye anlatmış adama. Adam da onu birotele götürmüş çocuğuyla. Oda parasını ödemiş; lokantaya da “yemeğini verin bunun” demiş. Ama sadece iyilik olsun diye.

 

Otelde bir pavyon kadını ile tanışmış Yasemin. Kadın Yasemin’e, “hadi kalk Ankara’ya gidelim. Benle çalışırsın” demiş. Gitmemiş Yasemin, “nikahlıyım, çocuğum var” diyerek.

 

O arada, otelin katibi, bir gün ona “sana iş buldum Yasemin” demiş, “düğün salonunda”. Düğün Salonu’nun adı “İLK KAPRİS”miş. Kabul etmiş Yasemin “İLK KAPRİS”te çalışmayı.Ama ne bilsin, oranın aslında düğün salonu değil, pavyon olduğunu? Hiç pavyon görmüş mü ki Yasemin?!

“Burda yerleri silicen” demişler ona. “Gece otur, sabah seni alıp oteline götürecekler” diye de eklemişler. Bir gece, oturduğu köşeye bir adam gelmiş; “dans edelim mi?” diye sormuş Yasemin’e. Yasemin bir-iki reddetmiş dans tekliflerini; ama yer silmekle, birikmiş otel parası ve çocuğunun yemeğini bile çıkartamıyormuş. Ne yapsın, kabul edivermiş bir gece, HERHANGİ BİR ADAM’ın dans teklifini. Üstelikgünlüğü, 10 kuruştan 10 liraya çıkacakmış! Kabul etmiş.

 

İki sene kaçak çalışmış Yasemin. Bir sabah otele gittiğinde kocası Mehmet’i, kendini bekler bulmuş lobide. Zorlamış onu eve dönmeye. Yasemin kocasına, “ESKİDEN BİR MEHMET VARDI. ŞİMDİ BÜTÜN MEHMETLER BENİM” diye cevap vermiş.

 

Bir celsede boşanmışlar.

 

Sonra ver elini Adana. Daha sonra Gaziantep, Antalya, Ceyhan, Mersin, Elazığ, İskenderun, Bursa, Konya, Diyarbakır, Istanbul, Osmaniye, Aydın, Ayvalık, İzmir, Kıbrıs, Kilis. Ve hatta doğduğu yer Bergama’da bile çalışmış. Tam 26 sene boyunca.

 

İlk vesikasını 1963’de almış. O zamanlar patronlar, vesikalı çalışanları kaçmasınlar diye hamama bile polis eşliğinde gönderirlermiş onları. Bir nevi, hatta ne bir nevi’si, TAM KÖLELİK!

“Ben hamama gidicem” diye izin istenirmiş Emniyet Müdürlüğü’nden. Asker kağıdı gibi izin verirmiş, Emniyet Müdürlüğü de.

 

Yasemin, 25 senedir ise çalışmıyor; çünkü artık 73 yaşında. Tam 48 yaşına dek çalışmış. Bu arada, mafyaya karışan oğlan kardeşi Ali evini yakmış. Bir ara evsiz de kalmış o yüzden.

Kazandığı para ile, tek erkek çocuğunu büyütmüş; 17 sene erkek kardeşlerine ve kendisini evden kovup, bu durumlara düşmesine vesile olan babasına bakmış. Erkek kardeşlerini evlendirmiş. Ama kardeşleri, evlendikten ve artık ona ihtiyaçları kalmadıktan sonra, “orospu” demişler ona, istememişler onu.

 

Diyor ki, Yasemin:

“EN İYİ GÜNÜM, BUGÜN BENİM !”

BEYZADE  HÜSEYİN AĞA’NIN VESİKALI TORUNU YASEMİN.

 

Adını taşıdığı yasemin çiçeği gibi bembeyaz bir kadın. Hala güzel. Ama sesi, yılların ona zorla içirdiği alkol ve duman-altında kaldığı sigaranın etkisiyle kalın. Başında baş örtüsü.

Küçücük kira evinin mutfağı ile tuvaleti aynı odada.

Emekli maaşı bile yok. Belediye’nin aydan aya verdiği 200 lira ile geçiniyor ve  öğlenden öğlene gönderdiği kumanya ile karnını doyuruyor. Ama büyük dedesi Hüseyin Ağa’dan kalan hanları, eski Belediye Başkanları ve birtakım tanımadığı adamların üzerine geçmiş tapuda. Hamamın üzerindeki “Yaptıran :Hüseyin Ağa” yazısı bile silinmiş; başka birinin adı yazıyor artık.

 

Ne gam !!

Acaba bu gamı yok edebilir miyim diye aldım işte bu davayı..

 

Avukatlara kötü derler birçoğu. Ama değiliz be.. Elimize gelen böyle gamlıları, Adalet’in (kadın ya!) yumuşak kucağına oturtmak için çabalarız çoğumuz. Ama çok uzun sürer bu kovalamaca.

İnşallah bu seferki daha çabuk olur diye koyuldum işe ben de, o karlı kış günü yola. Bembeyaz yasemin çiçeklerinin kokusu burnumda.. Gözlerimde yaşla.

 

 

Av. Mukaddes Günsu AKÇAGÖZ