AVRUPA BİRLİĞİNE NASIL GİRERİZ?

Hiç klasik müzik konserine gittiniz mi ?
Bir sürü enstrüman vardır orkestrada.
Her bir enstrüman, kendi sırasını bekler çalmak için. Sırası geldiğinde görevini yerine getirir ve sonra susar. Bazen de birkaç enstrüman aynı anda çalar. Tıpatıp, aynı anda.
Belki aynı, belki başka notaları; ama aynı anda…
Bazen de tüm enstrümanlar, aynı anda bitirirler çalmayı.

Bu ne kadar zordur bilir misiniz ?
İnsanın, sırasını beklemesi; sonra sırası geldiğinde, görevini yapması; başkasının yaptığını, seyretmesi; yeri gelince, konuşması; tüm bunların, bir amaç uğruna ve büyük bir ahenkle gerçekleşmesi ve görev bitince de aynı anda durması..

İşte Avrupa Birliği’ni oluşturan o ülkeler, yüzyıllardır yaptıkları müziğe o kadar alışkınlar ki, Birliğin amaçları uğruna, yeri geldiğinde susar, yeri geldiğinde aynı anda hareket eder, yeri geldiğinde görevlerine başlar ve yeri geldiğinde de görevlerini bitirirler.

Çünkü Avrupalı, görevi için yaşar.

Bu onlara daha çocukken öğretilmiştir. Ne gerekiyorsa onu yapmak. Hedefinden sapmamak. Duygularına ve insani zaaflarına teslim olmamak.

Nerden mi biliyorum bunları ? Ben 1975 ile 1983 seneleri arasında Istanbul Alman Lisesi’nde okudum. Hocalarımızın hepsi Almandı, spor ve müzik hocamız dahil.

Bilirsiniz kızlar, regl olduklarında spor yapmak istemezler. Bizim kızlar da öyleydi. Adet kanaması insanın bazen karnını ağrıtır, bazen de adalelerini. İşte o zaman insan, kendini doğal olarak hasta hisseder. Ve tabii ki regl hali, bir kadının ruh halini de etkiler (hatta İngiltere’de bir vakıada, regl sırasında kocasını öldüren bir kadının bu durumu hafifletici neden kabul edilmiştir).
İşte bu durumda olan kızlar, Alman spor hocasına, “hocam ben hastayım” deyip, spor yapmak istemediklerinde, ne cevap alırlardı biliyor musunuz?
“Neren hasta?” diye sorardı spor hocası. Öğrenci, “Ich habe Tage” (regliyim) diye cevap verdiğinde ise, hocamızın cevabı “Bu bir hastalık değil. Derhal git eşofmanlarını giy ve derse gir!” olurdu..

Bazen de, özellikle okulun bitmesine yakın (Haziran ayında) -işlediğimiz müfredat da neredeyse tamamlanmış olduğundan- ders yapmak istemezdik. Amacımız kaytarmaktı tabii.
Ama Alman Hoca ne cevap verirdi dersiniz? “Ben ücretimin tamamnını aldım ailenizden. Ve bunu okul sonuna kadar Size ders vermek için aldım. Sizinle ders yapmazsam, sorumluluğumu yerine getirmemiş olurum” (şimdi Türk okullarında öğrenciler, Haziran ayında –değil derse girmemek- okula bile gitmiyorlar. Hele -inanılmaz bir şey ama- üniversite sınavına hazırlanan son sınıflar, okula aylarca gitmiyor; sadece sınavlara giriyor ve böyle karne alıyorlar. Gel de böyle yetişen Türk gençliğinden, sorumluluk, ödev, disiplin, çalışkanlık bekle?).

İşte bu ve bunun gibi derslerle, Avrupalılar çocuklarını hayata hazırlar.
Türk ailelerin okula gitmeyen 3-6 yaş arası çocukları, gece 24:00’e kadar ana-babalarıyla salonda oturup TV seyrederken, Avrupalı TV dahi seyretmez; kitap okur. Tabii, toplumun orta ve üst kesiminden bahsediyorum; onların da bir alt kesimi var, böyle olmayan. Ama azınlıktalar.

Avrupalı disiplinle yaşar. Disiplin için yaşar. Onun görevleri, içgüdülerinden daha önemlidir; çünkü küçüklüğünde buna alıştırılmıştır.

Peki Türkler, yeni tabiriyle “Türkiyeli”ler neden bir türlü bir araya gelip bir şeyler yapamazlar? Hep birbirlerini yerler? Hatta içlerinden biri iyi bir şey yaptığında, diğeri –değil kendi sırasını beklemek ve sadece kendi görevine odaklanmak- onun yaptıklarını bozmakla uğraşır?
Türkler klasik müzik konserindeki uyumu neden göstermezler? Çünkü Doğululardır. Bu, Doğululara has bir özelliktir.
Doğulu olmak, hep başkası ile ilgilenmek; bu arada kendi görevlerini ihmal etmek demektir. Prensipler değildir önemli olan, önemli olan lak-lak yapmak, gününü güzel geçirmek, yemek-içmek-eğlenmektir. Oysa oturmak insanı miskinleştirir, uyuşturur. Uyuşan insan da bir türlü iş yapmak istemez.

İşte o nedenle, Doğulu, rehavet içindeyken; Avrupalı gelir onun ülkesine ve harita üzerinde cetvelle topraklarını keser/böler/çıkarır.

İşte o nedenle, Doğulu tembellik yaparken, Avrupalı gelir Türkiye’ye ve insanımıza kendi dilini öğretir (Siz hiç Avrupalıya Türkçe öğretmeye çalışan birilerini gördünüz mü? Fethullah Hoca’nın okullarını bundan ayrık tutuyorum. O öğretiyordu; ama bizden de geri almış ülkelere öğretiyordu; Avrupa’da değil..).

İşte o nedenle, Türk uyurken, Avrupalı, madenlerimizi, sınırlarımızı (örneğin mayın döşemek adıyla) ve Kıbrıs’ı eline geçirmek için türlü dala-vere yapar (oysa Türkler, 1570’li yıllarda Kıbrıs’ı almak için, Istanbul’un fethinden çok daha fazla askerini şehit olarak vermiş ve bir donanmasını yitirmiştir).

Fakat ülkemizin çocukları, tarihleri ile hiç ilgilenmezler –belki de bilinçli olarak onlara tarihleri unutturulmaya çalışılmaktadır?-. Öğretmenleri de aldırmaz, öğrencilerinin nelerle ilgilendiği ile. Zaten derslerin çoğu da boş geçer ortaokul ve.

İşte o nedenle, Türkler, Avrupa Birliği’ne girmek için 1959 yılından beri (tam 56 yıldır) beklerken, Avrupalı, Avrupa’da bile olmayan Güney Kıbrıs’ı derhal Avrupa Birliği’ne alır; Türk’e de bunu, lokantanın önündeki aç çocukların vitrine bakıp ağzını şapırdatması gibi seyretmek kalır (sanki mecburmuş Avrupa Birliği’ne girmek gibi).

Kısacası, klasik müzik çalan bir orkestrayı es geçmeyelim.
Avrupalı yüzyıllardır çok sesli müzik yapmaktadır. Ama, biz çok sesli müzik kültürüyle yetişmedik.

Ne zaman ki, çocuklarımıza çok sesli bir orkestradaki ahengi, disiplini, çalışmayı ve görev bilincini öğretirsek, işte ondan sonra biz de, kendi kendimizi yönetmeye başlayacağız.

O zaman da zaten Avrupalı “gibi” olmak için Avrupa Birliği’ne girmek zorunda kalmayacağız. Onlar bizim kapımızda sıra bekleyecekler.

Bir rüya mı bu acaba ?

Av. Mukaddes Günsu AKÇAGÖZ