(2) KADINLARIN TARİHİ VE TOPLUMSAL CİNSİYET

I.

20. yüzyıldan itibaren tarih, geçmiş olayları eleştirel bir süzgeçten geçirerek yazılmaktadır. Daha eskilerde ise, tarih, ‘vakanüvis’lerin olayları edebi bir dille kayıt altına almasıyla yazılmış olurdu.
Genellikle diplomat, komutan ve devlet adamı olan vakanüvisler, sıradan insan olmayıp, kral ve padişah gibi iktidar sahipleri tarafından seçilip; çoğunlukla savaşlar hakkında yazı yazmaları için görevlendirilir ve böylece tarih, tamamı erkeklerden seçili bu görevliler tarafından (ferman, vergi kaydı, devletlerarası anlaşma ve kitabe gibi birtakım belgelerde) yorumu ile yazılmış olurdu.

İşte bu tarihi belgelerde de, sadece erkeklerden bahsedilir -o da vergi verdikleri, askere alındıkları ya da isyan ettikleri müddetçe!- ama kadın, çocuk, yaşlı ve sıradan halkın esamesi bile okunmazdı.

Çok ilginçtir ama, 1970’lere kadar, tarihçilerin de sosyal bilimcilerin de aklına kadınların bu tarihi belgelerde niçin yer almadıklarını düşünmek gelmedi. Ancak 70’lerdeki kadın hareketi ile birlikte, kadının geçmişteki varlığı ve resimdeki eksik öğeler, sorgulanmaya başlandı. Ve böylece, kadınların, geçmişte de yaşadıkları; toplumsal ve ekonomik hayatta olduğu kadar hukuk sisteminde de aktif olarak yer aldıkları, hatta politik mücadeleler verdikleri, yani kadınların geçmişteki varlığı göz önüne serildi. Bu şekilde, şifacı, matematikçi, öğretmen ve yazarlardan oluşan isimsiz kadın öncüler yüz üstüne çıkarıldı

Bu çalışmalar, kadınların yaşamın her alanında, erkeklerle eşit haklara sahip olması için mücadele eden ve ‘Birinci Dalga’ olarak adlandırılan kadın hareketinin organik bir parçası oldu.
Pekiyi, bu çalışmalar eksiksiz miydi? Tabii ki hayır!
Çünkü bu çalışmalar, kadınların tarihi belgelerden neden uzun süre dışlandığı sorusuna cevap veremedi. Yani, kadınlar tarihte önemli şeyler yapmışlarsa eğer, neden bunun asırlardır bize aktarılmadığı halen bilinememektedir.

Ayrıca; bu çalışmalarda ‘kadın’ kavramı elit, iktidar sahibi, yani yönetici sınıftan kadınlarla eşanlamlı kullanılmış olduğundan; ‘kadınlık’ kavramında sınıfsal, etnik ve kültürel farklılık bulunduğu ve bunun, kadınlar arasında eşitsizlik ve hiyerarşiye yol açtığı göz ardı edildiğinden, bu da bir eksiklik olarak görülebilir.

II.

Tarihsel metinlerde, erkeklik akıl, güç, kültür ve cesaret gibi değerlerle özdeşleştirilirken; kadınlığın ise duygusallık, şefkat, zayıflık -kimi zaman da entrika- gibi çoğunlukla negatif değerlerle ilişkilendirildiği de gözden kaçmamaktadır.
Dahası, günümüzde kadın olmakla neredeyse eş anlamlı kullanılan ‘annelik ve sevgi doluluk’ gibi kavramların, kapitalizm sonrası ortaya çıkan ‘çekirdek aile’nin ürünü olduğu, örneğin kapitalizm öncesi tarım toplumlarında kadınlardan ‘şefkatli anne’ olmalarının beklenmediği; o zamanlar anne-çocuk ilişkisinin günümüzdekinden oldukça farklı olduğu da, 70 sonrası araştırmalarda göz ardı edilen diğer hususlardandır.

O yüzden kadınları görünür kılma çabası, kadınlık ve erkekliğe tarihte yüklenen anlam ve değerler sorgulanmadığı zaman eksik kalır.

III.

Her ne kadar kadınların tarihteki eser, deneyim ve seslerini arşivlerden bulup çıkartmak, çok değerli bir çaba olsa da, 1970 sonrası araştırmalardaki eksikliklerin başlıca nedeni, tarihsel metinlerdeki kadın boşluğu doldurulurken, geçmiş anlatıların fazlaca sorgulanmayıp, var olan anlatılara sadece kadınların eklenmiş olmasıdır.

Oysa farklı bir tarihçilik için, kadınları tarihsel anlatıya monte etmek yerine, anlatının kendisini köklü şekilde değiştirmek gerekmektedir! Kadın tarihçi Joan Wallach Scott (dğ.1941), bunu ‘kadın tarihçiliği’nden ‘toplumsal cinsiyet tarihçiliği’ne geçilmesi gerektiği şeklinde yorumlar.

Bilindiği gibi, toplumsal cinsiyet kavramı, kadınlık ve erkekliğin sadece fiziksel (biyolojik) bir farklılığa dayanmadığına; bir dizi tarihsel ve toplumsal ilişkiyi barındırdığına işaret eder. Kısacası, kadın ve erkek insanlığın başından itibaren fiziksel olarak pek az değişmiş olsa da, kadın- erkek arasındaki ilişki, kadınlık ve erkekliğe yüklenen anlamlar ile kadın ve erkeğin toplumsal rolleri, tarih boyunca bir kültürden diğerine muazzam değişiklik göstermiştir.

Toplumsal cinsiyet kavramı kadın ya da erkek olmanın, sadece bedensel bir konu olmadığını; cinsiyetlere yüklenen anlamların, toplumsal bir gösterge ile şekillendiğini anlatır. Bu kavram sadece kadın-erkek arasındaki gündelik ilişkileri ifade etmez; tersine tüm düşünce sistematiğimizi de şekillendirdiği için, toplumsal göstergeler, bir toplumda kadın ve erkek arasındaki iktidar ilişkilerinin nasıl yaşanacağını ve yaşananların nasıl anlamlandırılacağını da belirler.

IV.

Nasıl ki, her roman yazarı ilk önce kendi hayatını roman yapmak isterse, her tarihçi de ilk önce kendi tarihini araştırmaya meyillidir.

Tarihimizdeki ‘Osmanlı kadını’ndan ilk söz eden tarihçilerin (Ahmet Refik Altınay, Çağatay Uluçay, Pars Tuğlacı vs) metinlerinde, valide sultanlar, haremdeki kadınlar ve cariyeler gibi saraydaki kadınlar görünür kılınmaya çalışılmıştır. O nedenle, bu araştırmalarda sıradan kadın ele alınmadığı için, ilk metinlerde ‘kadın tarihçiliği’nin tam olarak şekillenmediğini söylemek zorundayız.

Çok enteresandır ki, ,kadın tarihçiliğinin önünü açan ve sıradan kadınları ,görünür kılan esas çalışmalar, feministliğin yakınından bile geçmemiş (hatta kadın bile olmayan) tarihçiler tarafından yapılmıştır:
Örneğin, Ronald Jennings (1975) ve Haim Gerber (1988), kadı sicilleri ve hukuk üzerine araştırma yaparken, Osmanlı kadınlarını görünür kılan öncü çalışmalara imza atmışlardır.
Sözkonusu araştırmalar, kadınların kadı mahkemelerinde ve dolayısıyla toplumsal ve ekonomik hayat içinde, sanıldığından çok daha aktif (davacı, sanık, tanık olarak) rol aldıklarını; hatta sadece gayrimüslim değil, Müslüman kadınların da hukuk sistemini gayet etkili şekilde kullandıklarını göstermiştir.
Donald Quataert’in (1991) Osmanlı imalat sektörü üzerine yaptığı araştırma sonuncunda da, kadınların o dönemlerde ekonomik hayatta, zannedildiğinden çok daha aktif rol aldığı ortaya çıkmıştır.
Bu çalışmalar -feminist amaç taşımadıkları halde- Osmanlıda kadınların hukuk sisteminde, ekonomik hayatta ve gündelik hayatın içinde, sanıldığından daha fazla yer aldığını ve kadınları sadece evle özdeşleştiren oryantalist yaklaşımın yanlış olduğunu ispatlamıştır.

V.

Istanbul’da 1989 yılında kurulan ‘Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi’ (www.kadıneserleri.org) kadınların kendilerine özgür bir gelecek inşa etmeleri şiarıyla büyük annelerinin geçmişteki izlerini sürüp, onları görünür ve duyulur kılmak amacıyla topladığı malzemeleri kadın tarihi araştırmacılarına sunarak, çok önemli bir hizmet vermektedir; çünkü geçmişi geri almadan yeni bir gelecek yaratmak mümkün değildir.

Bu sayede (Aile, Hanım, Kadın, Türk Kadını, Hanımlara Mahsus Gazete, Kadın Yolu, Kadınlar Dünyası vs gibi eski harfle basılmış kadın dergileri, kütüphane tarafından Latin alfabesine aktarılıp yayımlanarak) 1990’lardan itibaren, Osmanlıdaki kadın hikayeleri aydınlığa çıkmaya başlamış ve kadınların, Osmanlı tarihinin öznesi oldukları açığa çıkmıştır.

Betül İpşirli Argıt’ın Osmanlı sultanları, cariyeler ve saraylı kadınlar hakkında yazdığı “Rabia Gülnuş Emetullah Valide Sultan” kitabı (2014); Prof. Eric R. Dursteler’in “Dönme Kadınlar: Toplumsal Cinsiyet, Kimlik ve Sınırlar” ve “Istanbul’daki Venedikliler” isimli kitapları (2013) gibi yakın dönem çalışmaları, Osmanlıda kadın deneyimine vurgu yapmıştır.
Ayşe Durakbaşa (2000) ve Yaprak Zihnioğlu (2003) gibi araştırmacılar sayesinde de, saraylı kadınların yanısıra, Halide Edip, Fatma Aliye, Emine Semiye gibi Osmanlının önde gelen kadınları, ya da Nezihe Muhiddin gibi Cumhuriyetin ilk dönemindeki kadın figürleri hakkında artık çok daha fazla şey bilinmektedir (www.kadineserleri.org/default.asp) .

VI.

Bu hikayelerden biri de, ilkokul arkadaşım Funda Kocadağ Salciccia’nın annesinin babaannesi GÜLİSTAN İSMET’tir (bkz. aşağıda Kaynakça 4. – Yazan Melike Karabacak):

“Osmanlı kadın hareketinin öncüsü kadınlar genelde üst sınıf bir aileye mensupturlar. Ya aydın fikirli babalarının ya da eşlerinin desteğiyle eğitim görmüşlerdir. Bazılarının evde özel eğitim aldığını bildiğimiz bu kadınların bir kısmı da yabancı okullarında tahsil görmüşlerdir. Almış oldukları eğitimin niteliği, Osmanlı kadın hareketini anlamak için önemlidir. Çağının feminist akımlarını bir şekilde yakalayan kadınların yabancı okullarında bu yönde bir telkine uğradıkları açıktır. Buna göre kocasının arkasında değil yanında duran, çocuklarını sadece doğurmakla kalmayıp onların eğitimini üstlenebilen, ev idaresinden, ev ekonomisinden anlayan, kamusal yaşama katılmaya hazır ve hatta siyasete katılabilecek kadar donanıma sahip kadınlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Dil öğreniminde başarılı olabilen kadınlar, dönemin erkekleri gibi yabancı kaynakları takip edip bunlardan etkilenmişlerdir. Böylelikle İmparatorluğun dönüm noktası olan Jön Türk devriminde de inkar edilemez bir paya ortak olmuşlardır.

Gülistan İsmet, döneminin önemli kadınlarından biridir. II. Abdülhamit döneminde Amerikan Kız Koleji’nden mezun olan ilk Müslüman Türk kadınıdır. Aldığı eğitim, çok iyi derecede yabancı dil öğrenmesine, bilimsel düşünceye inancına ve kadın bilincinin gelişmesine etkili olmuştur. Yazılarında genel sağlık, ev idaresi gibi konulardan başka, dünyadan örnekler vererek kadın hareketi konusunda da okuyucularını bilinçlendirmeye çalışmıştır. Ayrıca çok sayıda çevirileri yayınlanmıştır.
II. Meşrutiyet’in ilanından önce İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde aktif bir üye olarak çalışmış ve siyasi alanda kendini göstermiştir. Kadın araştırmalarında karşımıza sıklıkla çıkan “kaynak kıtlığı” sorunu, bu çalışmada da sürekli olarak kendini hatırlatmıştır.

Gülistan İsmet’in yaşamı ve ailesi ile ilgili bize en fazla bilgi sağlayan kaynak, Amerikan Kız Koleji müdiresi Marry Miles Patrick’in anıları; ikinci önemli kaynak ise kendisinin “Hanımlara Mahsus Gazete”de kaleme aldığı yazılarıdır. Gülistan İsmet’in annesi Hüsnügül Hanım, Sultan Abdülaziz’in sarayından çıkma Çerkez asıllı bir cariyedir. Dr. Patrick, ilginç bir tesadüf olarak değerlendirdiği bu duruma eserinde geniş yer vermiştir:

O zamanlar daha yedi yaşında olan Gülistan’ın annesi, Rusya’dan amcası tarafından Sultan’a satılmak üzere Türk sarayına getirilmişti. Güney Rusya’daki Çerkezler, o zamanlar kızlarının Türk İmparatorluğunun hükümdarları tarafından saraylarına alınmasını bir onur sayarlardı. Bu özel durumda Sultan’ın baş doktoru satışın detaylarıyla ilgilendi ve çocuğu Sultan’a bir hediye olarak sundu. Sultan’ın sarayına giren her Çerkeze yeni bir isim verilirdi ve teşrifat görevlilerini etkilediği için bu genç kıza Hüsnügül dendi. Bu isim herhalde sağlıklı pembe yanakları, açık teni, simetrik hatları ve kıvırcık saçı olduğu için ona verildi.

Bu kızlara her ne kadar köle dense de, ölümlülerin en mutlu olanlarıydı. Saray hayatı, ev hayatı gibi düzenlenmişti:
Her yeni gelene, onunla ilgilenecek ve askeri disipline benzer bir saray disiplini verecek büyük bir abla verilirdi. İtaat ve temizliğe önem verilirdi ve deneyimli kadınlar teftişte bulunurlardı. Kızlar iyi beslenir ve güzel giyinirlerdi ve de sınıflarına göre gelir elde ederlerdi.
Bu kızlar olgun yaşa ulaştıklarında, daha farklı bir yerde olmak istediklerinde veya bir şekilde memnun değil iseler, dini tören arifesinde Sultan’ın odasına bir azat dilekçesi koyarlardı ve Sultan onu okuyup, ‘Seni azat ediyorum!’ derdi.

İyi karakteri sayesinde Hüsnügül, sözde annesi Canfeza’nın özel sevgisini kazanmıştı. Yine de birkaç yıl sonra, genç kızlık döneminde Hüsnügül dilekçe verenlerden biri oldu! Geniş saray ailesinden ayrılması, arkadaşları arasında heyecana sebep oldu ve saray annesi, ona gözyaşı ve hayır dualarıyla veda etti. Kurallara göre, azat edilmiş ve evli bir kölenin evine kendisi evlenene kadar kalmak üzere gönderilmiş idi.  Saraydan azat edilen kızlara rağbet çoktu. Çünkü saray eğitimi büyük bir avantaj olarak görülürdü ve Çerkezler seven, sadık eş olurlardı.

Gülistan İsmet’in babası Binbaşı Mehmet Tevfik, Bağdatlı bir şeyhin oğludur. Babasının ölümü üzerine, Tevfik Bey, okumak maksadıyla İstanbul’a gelir. Birkaç yıl sonra askeri hizmete girer. Subay olunca, Gülistan’ın annesi Hüsnügül ile evlenir. Tevfik Bey, kızı doğduğunda pek çok babanın aksine, erkek değil kız çocuğu sahibi olmaktan memnuniyet duymuştur. Gülistan İsmet, Amerikan Kız Koleji’nin orta kısmından 1890 yılının Haziran ayında mezun olmayı başarmış ilk Müslüman Türk kızıdır.

Kapitülasyonlardan, yapılan anlaşmalardan, diğer azınlık ve yabancı okullar örneğinden yola çıkarak kuruluş gerekçesini temellendiren misyoner okullarından biri Amerikan Kız Koleji’dir. 1869 yılında Maarif Nizamnamesi’nin hazırlanması ile bu okullar, denetim altına alınmaya çalışılmıştır. Bu denetimlere karşı misyonerler “Faaliyetlerimize set çekiyorlar” diyerek karşı koyduklarından, hükümet tarafından yapılan denetleme ve sınırlamalar beklenen sonucu verememiştir. Devlet bu okullara bir önlem olarak Müslüman Türk çocuklarının gitmesini yasaklamanın ötesinde çok bir şey yapamamıştır.

Abdülhamit döneminin istibdat ile birlikte anılmasına rağmen bu dönemde eğitim alanında ilerlemeler yaşanmıştır. Kadınlar ise, aynı dönemde din eğitimi sınırları içinde tutulmaya çalışılmışlardır. Otuz iki yıl boyunca Türk öğrenci alınması yasaklanan kolej, ancak 1895 yılında II. Abdülhamit’ten bir ‘irade’ alarak yasal olarak tanınmıştır.Ve II. Meşrutiyet’in ilanından sonra önemli mevkideki pek çok kişi kızlarını bu okula göndermişlerdir.

Dr. Patrick’in ‘uzlaşmazlık ve mutsuzluğun hakim olduğu bir atmosfer’ olarak tanımladığı Abdülhamit döneminde, dışarıda hakim olan yasaklamalara rağmen okul kendi bünyesinde gelişmeye devam etmiştir. II. Abdülhamit döneminde kolejde çok az sayıda Türk kızı bulunabilmiştir. Gülistan İsmet’ten önce de okula başlayanlar olmuş fakat kısa sürede ayrılmak zorunda kalmıştırlar. Dr. Patrick bununla ilgili tanıklığını şöyle anlatır:
“Esasen eğitim ile ilgili kaygılara sahip çok küçük bir grup vardı, bunlar okul açıldıktan birkaç gün sonra okula başlarlar ve dışarıya kalabalığın olmadığı bir zamanda kaçarlar, ziyaretçilerden korunurlardı ve bu durumun hafiyeler tarafından işitilmemesi ümit edilirdi.
Bir keresinde iki aristokrat çocuk, bir haftalık hazırlık okulundayken, Sultan onların babalarına birer haber göndererek bir ‘Gavur’ okuluna gitmeyi hiç de gerekli bulmadığını ve bunun kızlar için arzu edilir bir şey olmadığını bildirmiştir. Bunun üzerine bir kahya, sarı renkli at arabasıyla geldi ve ağlamaklı iki küçük kızı götürdü.”

Gülistan İsmet’in kolejden mezun olmasından önce, okulda başka Müslüman öğrencilerin de bulunduğu, Caroline Borden’in 1889’a kadar tuttuğu kayıtlardan anlaşılmaktadır. Borden, okulda on altı tane oldukça küçük yaşta Müslüman kızın bulunduğunu, fakat hükümetin yasağından ötürü çok kısa bir süre kalabildiklerini kayıtlarına işlemiştir.
Bu güçlüklere ve tehlikelere karşılık Gülistan İsmet diplomasını almayı başarabilmiştir. Bunda Tevfik Bey’in büyük özverisi şüphesiz etkin olmuştur. Tevfik Bey, bir ülkenin gelişmesinde kadınların eğitimli olmasının önemine inanan bir babadır. Kızını bir Amerikan okuluna vermeye karar verdiğinde ciddi bir muhalefetle karşılaşmıştır. Kadının eğitiminin dahi ihtilaflı olduğu bir dönemde kızını üstüne üstlük bir Hıristiyan okuluna göndermek oldukça radikal bir davranıştır.

Karara karşı olanlardan biri şöyle der:
“Bir kıza okuma yazma öğretmenin faydası ne? Bab-ı Ali’de katip mi olacak?”.
Başka biri ise şöyle tavsiyede bulunur:
“Namaz surelerinin öğretilmesi fazlasıyla yeterlidir.”
Bazıları da alay etmiştir:
“Evet ona yazmayı öğret, o da bunu, aşk mektubu yazmak gibi kötü amaçlar için kullansın!”
Tüm bu karşı koyuşlara Tevfik Bey büyük bir kararlılıkla ve inançla cevap vermiştir. Tevfik Bey’in iki kızını da okutmayı düşünmeyen bir Paşaya şöyle söylediği bilinir:
“Eğer kızlarını okula gönderirsen, bütün dünyayı fethetmekten bile daha fazla hizmet vermiş olursun!”.

Anlaşıldığı üzere Binbaşı Tevfik Bey, kolejde beklentilerine karşılık bulabilmiştir. Onun bu hoşnutluğu mezuniyet töreninde müdirenin odasına giderek teşekkür etmesine yol açmıştır.
Odasında tören için hazırlanmakta olan Dr. Patrick, kapının çalınışından sonra içeriye giren binbaşıyı görünce şaşırır. Tevfik Bey:
“Okul binasına geçmeden önce bir dakikalığına sizi görüp bizim için yaptığınız her şey için teşekkür etmek istedim” derken yüzü ışıldamaktadır.

Kızının eğitimi için pek çok tehlikeyi göze alan Tevfik Bey, radikal düşünceleri için cezalandırıldığı sürgünde hayatını kaybetmiştir.

Gülistan İsmet’in zorlu ve maceralı kolej yaşantısında kendisiyle birlikte idarecilerin yaşadığı bir teftiş “Under Five Sultans” isimli kitapta şöyle anlatılmıştır:
“Bir gün saraydan görevliler, okulu incelemek için habersiz çıkageldiler. O zaman Gülistan İsmet bizim tek Türk öğrencimizdi. Babasını zaten daha önceden tecrübe ettiği sıkıntılardan korumak için, Gülistan’ı öğretmenlerinden birinin odasına gönderdik.
Ayrıca yetkililerin burayı daha önceden görmek istemeyeceklerine dair önlem aldık. Fakat küçük bir mütalaa bize bir kız okulunda bir kütüphane olacağının onların akıllarından bile geçmeyeceğini gösterdi. Ziyaretçileri okulun eğitime ayrılmış bölümüne aldık, araziyi gezdirdik ve daha sonra kahve için onları resim odasına aldık. Görünüşe göre ziyaretlerinden tatmin olmuşlardı. Dostça oldukları gayet açıktı ve bir şeyleri rapor etmek için kuruntulu değillerdi.
Ama itiraf etmeliyim ki; kibar selamlarıyla kapıdan çıktıktan sonra çok daha rahat nefes aldık.”

1890 senesinde Amerikan Kız Koleji’nden beş öğrenci mezun olmuştur. Okulun idarecilerine göre bu mezuniyet yılının öncekilerden en büyük farkı, ülkenin egemen unsuru olan Türklerden bir kızın mezun olmasıdır. Müdirenin deyimiyle “İsmi gibi kendi de tatlı ve alımlı olan bu genç bayan sahip olduğu karakter ve becerisiyle okuluna onur vermiştir. Diploma töreninde sayıları dört yüzü bulan seyirciler arasında hükümetin Maarif Nazırı Münif Paşa gibi mutad temsilcileri ile diplomatik çevreler de bulunmaktadır.”
Mezuniyet gününde Gülistan İsmet’in “Anlayış Kabiliyetinin Tasviri” başlıklı makalesi bir sınıf arkadaşı tarafından okunmuş ve günün en iyi makalesi seçilmiştir. Söylenene göre Sultan Abdülhamit, Gülistan İsmet’in makalesini okumuş ve Maarif Umum Müdürü’ne “Bu okulda neler öğretiliyor, gör!” demiştir.

Mezuniyet töreninde Gülistan İsmet diğer mezunlar arasına katılamamıştır. Annesiyle birlikte seyirciler arasında peçesiyle oturmuş, diplomasını almak için dahi kürsüye gidememiştir. Belgesi diğer izleyicilerin başları üzerinden uzatılarak kendisine ulaştırılmıştır. Bu durum meraklı bakışlar arasında kısa süreliğine de olsa heyecanlı ve gergin bir atmosfere sebebiyet vermiştir. Ama Gülistan İsmet, Sultan’ın karşı koyuşuna rağmen okula devam edip, diplomasını almıştır.
Bu dönemde Müslüman bir kadının cemiyetin karşısına peçesiz çıkması yasaktır.
Kaldı ki; Türklerin Jeanne d’ Arc’ı olarak bilinen Halide Edip dahi, 1914 yılında bile peçesiz ve diğer konuşmacılar ile birlikte sahnede yer almaya çekinmiştir. Gülistan İsmet bu davranışıyla usçu bir tavır sergilemiştir.

Gülistan İsmet, kolejin orta kısmından mezun olduktan sonra eğitimine özel olarak devam etmiştir. Amerikan Kız Koleji’nin müfredatında müzik öğretimi her zaman önemli bir yer tutmuştur. Burada aldığı müzik eğitimine İngiltere’de devam etmiştir.

Dönemin çok da elverişli olmayan şartlarına rağmen kızların eğitimi konusunu ilk kez gündeme getiren Maarif Nazırı Münif Paşa’dır. Bakanlığı esnasında bu konuyla ilgili ilk girişimi, 1880 tarihinde İstanbul’da Bab-ı Ali caddesinde kiralık bir konakta idadi (ortaokul) seviyesinde eğitim veren bir okul açmak olmuştur.

Amerikan Kız Koleji, yakın doğudaki kızların kültürünü yükseltmek iddiasıyla kurulmuştur. Kolej, Amerikan misyoner eğitiminin çift yönlü sistemi içinde laik kanatta yer almaktadır. Kendi bünyesinde de çok etnik bir öğrenci topluluğunu barındıran Amerikan Kız Koleji, herhangi bir mezhebin okulu değildir. Kadınların eğitiminin gerekliliği, kamusal yaşama katılmaları, erkeklerle eşit haklara sahip olmaları gibi idealler öğrencilere salık verilmiştir. Bu öğrenci kızlar, ileride eş ve anne olduklarında çocuk yetiştireceklerdir. İyi bir eş ve anne olma, dünya konjonktüründe kadın hareketinin de idealidir.

Bu tanımdan yola çıkarak Kolej’in özelde Gülistan İsmet’te, genelde ise Osmanlı toplumunda yaratmış olduğu etkiyi tahmin etmek kolaylaşır. Amerika’ da ilk feminist yüksek öğrenim okulu olan Vassar College’in başlangıcından on yıl gibi kısa bir süre sonra açılan Amerikan Kız Koleji, Amerika’da dahi oldukça radikal bulunan feminist fikirlerin, son derece kapalı olan Osmanlı toplumuna girip tartışılmasına zemin hazırlamıştır.
Kolej’de eğitimle birlikte belli bir bilinç ve yaşam tarzı öğreniliyordu. Diğer katı kurallı Katolik okullarından farklı olan Anglosakson kökenli bu okulda, öğrenciler daha çok örnek alma yoluyla, diğer Hıristiyan kadınlardan etkileniyorlardı:
“Bir Hıristiyan evinde evin hanımı, bir oyuncak, ağır işçi, köle değil; bir eş ve yoldaş idi. Çift, birlikte masaya oturur, konuşur, okur, çalışır ve yürürdü. Evde kadın sadece çocuğu dünyaya getirmekle kalmaz onun eğitimiyle de ilgilenirdi”.
Kolej’in ilerleyen zamanlarda önemli etkilerinden biri, 1892’de Öğrenci Yönetim Derneği’nin kurulmasıyla öğrencilere politik katılım pratiği kazandırmış olmasıdır. Bu gelişme Türkiye’de ve Balkan yarımadasının birçok yerinde kadınların oy hakkı için mücadele etmesinde önemli etken oluşturmuştur.

Gülistan İsmet, Meclis-i Mebusan’da başkatiplik yapmış olan Mustafa Asım Bey ile 1897 yılında evlenmiştir. Bu evlilik, zamanının koşullarında hem Amerikan beklentilerine hem de Osmanlı toplumunun Kolej mezunlarıyla ilgili önyargılarına tezat düşmektedir. Şöyle ki, The New York Times’ın Kolej mezunlarıyla ilgili yaptığı 12 Mart 1899 tarihli haberde:
” … bir Müslüman kadın öğretmenlik yapmakta ve İstanbul’ da Türkçe yayın yapan bir kadın dergisi için çeviriler hazırlamaktadır” denilmektedir.
Müslüman, öğretmen ve bir kadın dergisinde çeviri yapma sıfatları ile, bizce Gülistan Hanım’dan bahseden bu yazıda esas dikkat çeken, haberin devamında yazılan şu satırlardır:
“Pek çok mezun gibi o da evlenmiştir. Bu da gösteriyor ki; doğuda bir kolej eğitimi bile kadınların evlilik bağı kurmasına engel olamamıştır”
Bu şekilde feminizmin, kadının kendi ayakları üzerinde durabilmesinin ve hayatı ille de bir erkek ile omuzlamasına gerek olmadığı savının, doğu toplumunda yer bulamaması eleştirilmiştir.

Diğer yandan Osmanlı toplumunda bir Hıristiyan okulu olan Kolej’den mezun kızların, milli benliklerinden ve geleneklerinden uzaklaştıkları ve evlilik kurumunun karşısında yer aldıkları gibi bir kanı hakimdir. Bu durum bazı çevrelerce eleştirilmiştir. Şu durumda Gülistan İsmet, Müfide Ferit’in, Amerikan Kız Koleji ve mezunlarını tenkit ettiği “Pervaneler” romanında “erkek düşmanı”, “Türklükten sıyrılmış”, “evliliğe uzak” karakterler olarak betimlediği kolej mezunu kız tipine de uymamaktadır.

Bu durum, batılılaşma yolunda yaşanan ikiliklerin sosyal hayata yansımasının bir örneği gibi görünmektedir. Osmanlı toplumunda genel bir varsayımla iyi bir eğitimden geçmiş bir kadınla evlenmek çok da tercih edilen bir durum değildir. Hatta öyle ki; kızının yüksek eğitim almasını, evlenmesine mani olarak gören babalar vardır.

Fakat Gülistan Hanım, Asım Bey ile evlendiğinde eşi onun eğitimli zekasından hoşnut kalmıştır. Asım Bey ondan İngilizce• öğrenmiş, edebi çalışmaları konusunda Gülistan Hanım’ı cesaretlendirmiş ve Amerikan eğitimine büyük hayranlık duymuştur.

I. Dünya Savaşı sonrası dönemde, Asım Bey İstanbul Emniyet Müdürlüğü yapmıştır. Dr. Patrick, mezunları olan Halide Edib ve Gülistan İsmet’in önemli mevkilerde kişilerle evli olmasını, ‘Kolej’in devletin yüksek kademelerinde yakınları var’ şeklinde yorumlamakta ve eşlerine, kariyerlerinde yardımcı olmalarından gururla bahsetmektedir.

Bu arada, II. Meşrutiyet’in ilanından önce de, İttihat ve Terakki Cemiyet’inin Selanik’de bir Kadınlar Devrim Komitesi vardır. Ömer Sami Coşar’ın aktardığına göre, Meşrutiyet’in ilan edildiği sırada cemiyetin Selanik ve diğer merkezlerinde kırk kadın üyesi bulunmaktadır. Halide Edip, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tek kadın üyesi olarak Emine Semiye Hanım’ı göstermektedir. Fakat anlaşılan, bu tek ismin ötesinde daha pek çok kadın faal bir biçimde cemiyetin içinde yer almışlardır.

“Seniye, Eda ve isimleri bence meçhul diğer bazı hanımlar, kendilerinden sonraki neslin kadınları için hür bir hayatın yolunu açan fedailerdi, lakin bu hanımlar, kendileriyle beraber faaliyette bulunan erkeklerin aksine emeklerinin karşılığını görememiş, hiçbir mükafata nail olamamış ve kısa bir zaman içinde unutulup gitmişlerdir” diyen Naciye Neyyal de bu tespitleri doğrulamaktadır.

Kazım Nami: “Biz, birkaç arkadaş, eşlerimizi de İttihat ve Terakki Cemiyet’ine sokmak mecburiyetinde kalmıştık; çünkü cemiyete girenlere evlerimizde yemin ettiriyorduk” diyerek cemiyette, kadınların varlığını alenileştirmiştir.  Naciye Neyyal de, cemiyete giriş seremonisini, Kazım Nami gibi anlatmaktadır.  Farklı olabilecek tek ayrıntı ise Kazım Nami, bu töreni anlatırken kadınlardan hiç bahsetmez. Naciye Hanım ise, komiteye katılmak isteyen kadın ve erkeklerin, Selanik’teki sarı boyalı eve nasıl getirildiklerini anlatmıştır.

Bu ifadeden, kadınların sadece kocalarından ötürü cemiyete girmedikleri sonucu çıkmaktadır. Cemiyete katılan bu kadınların evrak naklinde, hafiyelikte, kendilerine faydalı olacaklarını düşündükleri önemli mevkilerdeki memurların hanımlarını etkilemekte ve bu suretle kocalarının komiteye katılmalarını temin etmekte oldukça etkin bir rol üstlendikleri bilinmektedir.

Cemiyetin gizli olarak çalıştığı bu dönemde, kadınların cemiyete başka hangi yollarla yardımcı oldukları çeşitli kaynaklarda geçmektedir. Kadınlar ‘namahrem’ olmaları sebebiyle hiçbir güvenlik memuru tarafından aranamıyordu:
Böylelikle üzerlerinde taşıdıkları kitap, broşür, mektup ve sair belge ile sözlü mesajları çok daha kolay iletebiliyorlardı. Kadınların bu özelliğine değinen Sir Edwin Pears, kadınların bu nitelikleriyle erkek kardeşlerinden ve eşlerinden daha açık sözlü olduklarını ifade eder.
Varlıklı ailelerden gelen kadınlar, İngilizce ve Fransızca eğitim aldıkları için yabancı kaynaklardan da etkilenmiş, düşünceleri de bu yönde şekillenmiştir. İhtilalci partinin casusları olarak çalışan bu kadınlar, partinin mektup ve mesajlarını bir evden diğerine taşımışlardır.  Kadınların partiye diğer yardım yöntemleri de, komitenin yayınlarını çevirip İngiliz ve Fransız gazetelerine göndermek olmuştıır.

Cemiyetin bu isimsiz kahramanlarından biri Gülistan İsmet’tir. Jön Türk devriminden üç yıl önce Gülistan Hanım, eşiyle birlikte Selanik’tedir. Burada İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girmişlerdir. Evlerinde birçok toplantılar yapılmış, gizli planlar tartışılmıştır.

Gülistan Hanım’ın en belirgin becerilerinden biri çevirmenliğidir ve bu becerisini cemiyete yardım amaçlı kullanmıştır. Cemiyetin Avrupa ve Amerika gazetelerine gönderdiği bildirileri İngilizceye çevirmiştir. II. Abdülhamit’in istibdat döneminde, pek çok Jön Türk’ün ortadan kaldırıldığı sırada Halide Edib ile birlikte Gülistan İsmet’in de isimleri yasaklılar listesinde yer almıştır.

“Hanımlara Mahsus Gazete”, 1 Ağustos 1895’te yayına başlamıştır. “Hanımlara Mahsus Gazete”nin en büyük özelliği, 1895-1908 tarihleri arasında toplam 604 sayı çıkaran en uzun süreli kadın dergisi olmasıdır. Yazı kadrosunun büyük kısmı hanımlardan oluşmaktadır. Başyazarları arasında Gülistan İsmet haricinde, Makbule Leman, Nigar Osman, Fatma Şadiye, Mustafa Asım, Faik Ali ve Talat Ali bulunmaktadır. Gülistan İsmet’in “Hanımlara Mahsus Gazete” de 1896-1902 yılları arasında 84 adet yazıda imzası bulunmaktadır. Bunlardan 54 tanesi tercüme eserdir. Gülistan İsmet, “Hanımlara Mahsus Gazete”deki yazılarında feminizmi, batılılaşmayı ve milliyetçiliği nasıl algıladığını göstermektedir.

Yazıları incelendiğinde, almış olduğu eğitimin her türlü yansıması görülür. Yazılarının büyük çoğunluğunun tercüme olması onun hem İngilizce hem de Fransızca konusunda hakimiyetini gösterir. Tercüme yazıların içeriğine bakıldığında ev idaresi, moda, çocuk sağlığı ve bakımı ile genel sağlık konularının ağırlık kazandığı görülür.
Gülistan İsmet’in modernleşme ile ilgili görüşü, batının fen ve biliminden yararlanmak, fakat siyasi ve iktisadi anlamda bağımsız olmak şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bu da hem İttihatçıların hem de “Hanımlara Mahsus Gazete”nin genel tutumu ile örtüşmektedir. Kadınlık ile ilgili genel görüşü ise öncelikli olarak iyi bir anne ve eş olma yönündedir. Henüz radikalleşmemiş olan feminizm, XIX. yüzyılda Batıda da kadının aile içindeki rolüne önem verir. Aydınlanmanın etkisiyle kadınlar bu yüzyılda akla ve eğitime önem vermişler, kamusal alanda hakların eşitliğini talep etmişler, ancak özel alanda kadın erkek eşitliğini sorgulamamışlardır.

Gülistan İsmet’in alıntı olarak yazdığı makalelerde kadınlara dünyadan örnekler vererek hem cesaret aşılamakta hem de ufuklarını geliştirmeye yardımcı olmaktadır. “Mucit Kadınlar” isimli alıntı yazıda dünyanın pek çok yerinden tarihten ve zamanından örneklerle icat yapan kadınlar hakkında bilgi vermektedir:
“Okursanız siz de benim gibi, kadınlara esas ‘Saçı uzun aklı kısa!’ diyenlerin akıllarının pek kısa olduğuna hükmedeceğiniz gelir”.
Gülistan İsmet’in yazılarında her ne konuyla ilgili olursa olsun rasyonel olma çağrısı vardır. Kadınların saf bir estetik uğruna müsrifleşmelerinin önüne geçmek amacı hep sezilir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin harp zamanında halka telkin ettiği kooperatifçilik, serbest mesleklere katılım, yerli malı sevgisi gibi idealler yine Gülistan İsmet’in o zamanda okuyucularına aşılamaya çalıştığı değerlerdendir.
Bu da hem İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir mensubu olmasından ve hem de kolejde almış olduğu eğitimin bilimsel niteliklere dayanmasından kaynaklanır.

Sonuç olarak; Gülistan İsmet, dönemin bütün yasaklamalarına karşın, 1890 yılında Amerikan Kız Koleji’nden mezun olmayı başarmış ilk Müslüman Türk kadınıdır. Okulda aldığı eğitimin laik, bilimsel ve feminist bir nitelikte olması yaşam öyküsüne son derece etki etmiştir. Bu durun politik bir kimlik kazanmasında da etkili olmuştur.
Yaşamından ve yazılarından hareketle, özelde Gülistan İsmet örneğinden yola çıkarak bir yabancı okulda eğitim almanın Osmanlı kadın hareketine kazandırdığı ivmeyi görmek mümkündür.”

VII.

Osmanlı İmparatorluğu’ndan bahsedilirken, imparatorluğun kuruluş, yükselme, duraklama, çöküş şeklinde bir döngüden geçip, Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte ortadan kalktığı şeklinde bir argüman kullanılır. Kuruluş ve yükseliş dönemleri için güzellemeler yazılırken duraklama ve çöküşün nedeni olarak ise Batı medeniyetini yakalayamama; hatta kadınların devlet işlerine müdahale etmeye başlaması ile haremde planlanan entrikalar gösterilir.
‘Kadın düşmanı’ olan bu argüman, son yıllarda Hürrem Sultan’ın popüler kültüre ve görsel medyaya yansıyan hikâyesi ile de desteklenmiştir. Şöyle ki;
Hürrem Sultan, Dünyaya hükmeden Kanuni Sultan Süleyman’ın en büyük zaafıdır. Kanuni, Osmanlı devletinin şanını Dünyaya yayarken; hareminde -bütün teamüllere aykırı olarak- nikâhına almış olduğu karısı Hürrem Sultan, hanedanın ve Devletin huzurunu bozarak, ikilik yaratacak oyunların peşine düşmüş, bunda da büyük ölçüde başarılı olmuştur.
Sadece güncel popüler kültürde değil, tarihsel metinlerde de kadınların saltanata karışmasından ve iktidarda artan nüfuzlarının hanedanın dirliğini kaçırdığından şikayet ve bunun, hükümranlığı zayıflattığından söz edildiğini gözlemlemekteyiz. Hatta kadınların politik hayatta önemli bir güç kazanıp birer aktör hâline geldikleri bu dönemler, Osmanlı tarihinde küçültücü bir adlandırmayla ‘Altınay’ (Kadınlar Saltanatı) olarak anılmış; Hürrem Sultan başta olmak üzere saltanat ailesine mensup tüm güçlü kadınlar, ‘kötülüklerin anası’ olarak resmedilmiş; ve harem, sınırsız bir cinsellik mekanı, haremdeki kadınlar ise cinselliklerini bir silah olarak kullanarak, padişahı ve şehzadeleri parmaklarında oynatan kişiler olarak tanımlanmıştır.

Peki haremin ve harem kadınlarının iktidara politik nüfuzu olmuş mudur?
Bu sorunun yanıtını, kadınların Osmanlıdaki politik nüfuzunu toplumsal cinsiyet analizi yaparak ele alan ünlü tarihçi Leslie Peirce, “Harem-i Hümayun: Osmanlı İmparatorluğu’nda Hükümranlık ve Kadınlar” isimli aldığı kitabında şu şekilde aramıştır:

“Kalıtsal bir hanedanın her hükümdarı gibi, Osmanlı padişahı için de önemli bir anlam yüklü olan cinsellik, asla sadece bir zevk olamazdı! Cinselliğin sonucu olan evlatlar, tahta kimin geçeceğini, yani bizzat hanedanın varoluşunu etkilediği için cinsellik, Harem-i Hümayun’da gelişigüzel bir faaliyet değildi. Padişah ile haremin seçilmiş kadınları arasındaki cinsel ilişkiler, hanedanın karmaşık üreme politikası ve kurallarıyla çerçeveliydi. Haremdeki kurallar zinciri o kadar katıydı ki, o nedenle harem kadınlarının baştan çıkarıcılıklarıyla, sultanları esir ederek iktidar elde ettiklerine ilişkin basit iddia bir yalandır. Aslında harem kadınlarının elindeki iktidarın, padişahın yatak odası duvarlarının çok ötelerine uzanan karmaşık sebepleri vardır.”

Peirce’in kitabından görüldüğü üzere harem, Osmanlı sarayının, dolayısıyla Osmanlı siyasetinin organik bir parçası ve iktidar kavgalarının gerçekleştiği güç odaklarından birisidir. Biraz anakronik bir ifade olsa da; siyasi parti, dernek ve kurumların olmadığı erken dönemde, harem içinde kurulan ittifaklar ya da buradan yayılan çatışmalar, günümüzdeki modern siyaset kurumlarının oynadığına benzer bir rol oynamıştır.
Yani, ne harem sadece kadınların ve cinselliğin mekânıdır; ne de kadınların kamusal ve politik alandaki varlığı, şahsi hırslarından kaynaklanan gelip geçici bir durumdur.

Peirce’in yaptığı bu derin tarihsel incelemede, Osmanlı tahtında, kadın ya da erkekten öte başka çıkar gruplarının (hiziplerin) kaçınılmaz olarak var ve bunun en çok da hanedan ailesinde yani haremde kristalize olduğu görülür.

Haremdeki çatışmalar, padişahı sadece cinsel olarak etkilemekten ibaret değildir; bunlar, iktidar üzerinde kimin söz sahibi olup, kimin olamayacağı; kimin içeri alınıp, kimin dışlanacağı ve hangi kampın kazanıp hangisinin kaybedeceği üzerinedir. Haremdeki kadınlar için, sadece kadın olmak yetmez; yaşları, bilgileri, doğurdukları çocuklar, farklı güç odaklarına yakınlıkları vs açılardan farklı konumlara sahiplerdir. Bu kadınların, nüfuz sahibi olmak için verdikleri mücadele de, erkeklerin işlerine burun sokmak değil, politikanın ta kendisidir!

Tarihçi Leslie Peirce’in bu yaklaşımı, kadınların Osmanlı Devlet idaresindeki görünürlükleri ve politik nüfuzları hakkında bildiklerimizi yeniden gözden geçirmemizi gerektirmektedir.

Ancak Peirce’in asıl etkisi, Osmanlı siyasası hakkında bildiklerimizi radikal şekilde değiştirmesinde gizlidir; çünkü Peirce, kadın ve erkek olmayı, sadece biyolojik cinsiyete ait özellikler gibi ele almaz. Peirce, toplumsal cinsiyet kavramı aracılığıyla, cinselliğin, haremin temel dinamiklerinden sadece bir tanesi olduğunu; Osmanlı hanedanının -Dünyanın diğer hanedanları gibi- farklı çıkar kümeleri etrafında hizipleştiğini; haremin bu hiziplerin bir parçası olduğunu; harem kadınlarının bu hiziplere katılımının, düzene karşı bir oyun değil, aksine Osmanlı siyasetinin önemli bir parçası olduğunu; yani haremdeki politikaların, ‘özel’ değil, ‘kamusal alan’ kavramına dahil olduğunu sergiler.

VIII.

Leslie Peirce’in araştırması, Osmanlı geçmişini toplumsal cinsiyet perspektifinden yorumlayan tek çalışma olmayıp, son 20 yılda, tarihi cinsiyetlendiren benzer çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalar, cinsellikten hukuka, tabiyet kavramından köleliğe ve çalışma ilişkilerine kadar pek çok farklı konuyu ele almış ve cinsiyetler arası güç ilişkilerinin, toplumsal hayata iz düşümlerini incelemiştir:

Örneğin Dror Ze’evi (2006) ve Elyse Semerdjian’ın (2008) çalışmaları, cinsellik üzerinden toplumsal düzenin ve gücün nasıl tesis edildiğini düşünmemizi sağlar.
Yine benzer şekilde Marc Baer’in (2011) Osmanlı’daki bilinen tek recm vakası üzerine yaptığı tartışma, zina kavramını tartıştığı kadar hukuk ve siyaset ilişkisini de ele alır.
Madeline Zilfi’nin (2010) kölelik üzerine araştırması, köleliğin cinsiyetlendirilmiş ve hiyerarşik bir deneyim olduğunu sergiler.
Başak Tuğ (2009) ve Ruth Miller (2007)’ın araştırmaları ise, cinsel suçlara ve kürtaja yönelik hukuki yaklaşımların nasıl ve nereye doğru değiştiğini araştırırken, devlet-toplum ilişkisinin dönüşümüne dair önemli ipuçları sunar.

IX.

Özetle toplumsal cinsiyet analizi, kadınlar ve erkekler arasındaki farklılıklara baktığı kadar; kadınlar arasındaki sınıfsal, etnik, kültürel farklılıkları da inceler; yani kadınlığı, kadınlar arasındaki hiyerarşi, farklar ve çatışmalarla birlikte ele alır.

Tüm bu çalışmalar yapılırken, tarihçilerin araştırdıkları konuları, ister istemez ulaşabildikleri kaynaklar belirlemektedir. Osmanlı tarihi söz konusu olduğunda ise iş daha da zorlaşır; çünkü resmî kaynakları okumak için, Türkçe bilmek maalesef işe yaramaz.

Osmanlı İmparatorluğunda, kullanılan tek dil Osmanlıca olmadığından, Osmanlıcanın yanısıra Arapça, Yunanca, Ermenice, Kürtçe gibi dilleri de bilmek önemlidir. Bu dillerin hepsi bilinirse ulaşılacak kaynaklar genişleyecek; yoksa sınırlı kaynaklardan sınırlı bilgiler edinilecektir.

Bu arada, kaynak sorunu dillere hâkimiyetle de sınırlı değildir. Yeni kaynaklara ulaşmak kadar, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’ne bağlı Osmanlı Arşivine (www.devletarsivleri.gov.tr) girmek; oradaki belgeleri okumayı ve yorumlamayı bilmek ve ayrıca bütün iyi tarihçilerin de bildiği gibi belgelerin sessiz ve suskun kaldıklarının yani bahsetmemeyi tercih ettiklerinin, anlattıkları kadar anlatmadıklarının da değerli olduğunu gözden kaçırmayıp, kaynakların satır araları çok iyi okunmalıdır; çünkü tarihçilik, belgelerin söyledikleri kadar söylemedikleri de üzerinedir!. 09.01.2020

Av. Sosyolog Mukaddes Günsu AKÇAGÖZ

KAYNAKÇA:
1.Türk-İslam Medeniyeti Akademik Araştırmalar Dergisi -Konya 2009- Osmanlı’da Politik Ve Edebi Bir Kadın: Gülistan İsmet (Yazan: Melike Karabacak)
2.A History Of Robert College -The American College For Girls and Bosphorus University Yapı Kredi Yayınları, Cilt:1 –Istanbul 1985
3.Leslie Peirce – Harem-i Hümayun: Osmanlı İmparatorluğu’nda Hükümranlık ve Kadınlar
4. www.devletarsivleri.gov.tr
5.Istanbul Üniversitesi/Sosyoloji Bölümü- Toplumsal Cinsiyet Ders Notları