TOPLUMSAL CİNSİYET VE SİYASET (3)

Toplumsal Cinsiyet Ve Siyaset Arasında İlişki Var Mı?

Siyaset, tüm Dünyada maalesef kadın-erkek eşitsizliği ile şekillenmiştir; çünkü kadınların, toplumdaki yerlerinin, doğaları gereği ev ve aile ile sınırlı olduğu ve bu nedenle siyasete uygun olmadıkları düşünülmüştür.

Eflatun, Aristo, Rousseau ve Kant dahil olmak üzere tüm önemli düşünürler “birey”den “erkek birey”i, “siyasi toplum”dan ise “erkeklerden oluşan toplum”u anlamışlarsa; hak ve özgürlüklerin insan soyunun yalnızca yarısını ilgilendirdiğini varsayarak kadınların varlığını görmezden gelmişlerse; veya hak ve özgürlüklerin, kadınlar için neden “uygunsuz” olduğunu anlatan bir felsefe takip etmişlerse, ‘Daha bunun üstüne ne konuşulabilir ki?’ dediğinizi duyar gibi oluyorum.

Bu yanlış yaklaşım, demokrasinin ilk doğduğu yer olan ve siyaset pratiklerinin oluştuğu antik Yunan şehir devletlerinden, günümüz modern devletlerine kadar devam etmiş; siyaset, o toplumdaki kadın ve köleler dışlanarak, tamamen erkeklere ait bir etkinlik, yönetim ve bürokrasi de SADECE ERKEKLERE AİT alan olarak görülmüştür.

Toplumsal yaşamı şekillendirme ile kaynak elde edilmesi ve bölüşümünde önemli rol oynayan siyaset, ‘toplumsal cinsiyet’ ilişkilerini de etkilediği için, kadınların siyasal alanda mücadele etmesi şarttır; çünkü, kadın hak ve özgürlükleri ancak mücadele ile elde edilebilir. Ama, siyasete katılmak isteyen kadınlar, yüzyıllardır siyasetten dışlanmışlardır.

Ancak bu arada, ‘vatandaşlık’ kavramı ilk çıktığında, bu kavramın, kadınlar bir tarafa, tüm erkekleri bile kapsamadığını; yalnızca beyaz, köle olmayan ve mülk sahibi erkeklerin ‘vatandaş’ kabul edildiğini ve köle, zenci ve etnik azınlıkların da en az kadınlar kadar, vatandaşlık ve oy hakkı için uzun soluklu mücadele verdiklerini de hatırlayalım.

 

Dünyada Kadınların Siyasi Haklar Mücadelesi

Binlerce yıldır asil ve mülk sahibi zengin sınıf erkeklerinin tekelinde olan siyaset, genel oy hakkının vatandaşlık temelinde yaygınlaşması ile kabuk değiştirmeye başladığında, hala önemli bir nokta vardır:

‘Vatandaş’ kavramı, kadınları dışarıda bırakmaktadır. Yani ilk modern demokrasiler olarak görülen Fransa ve ABD gibi ülkelerde dahi, ‘vatandaş’ denince erkekler anlaşılıyordu ve genel oy hakkı, kadınların seçme ve seçilme hakkını içermiyordu.

1789 Fransız Devriminden sonra, halkı harekete geçiren eşitlik, özgürlük, adalet gibi evrensel değerler bile, aslında erkeklerin erkekler için talep ettiği ideallerdi.

Fransız Devrimi’nin temelini oluşturan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi” 1789’da Fransız Meclisinde kabul edildiğinde, bildirgenin, kadınların yurttaş haklarını da tanıması ile ilgili girişimler sonuçsuz kalmıştı. Aslında bildirgenin cinsiyetli bir dil olan Fransızca isminde bile, SADECE “erkek yurttaş”ların haklarından bahsediyordu.

YANİ ‘insan hakları’ kavramı, sanki kadınlar insan değillermiş gibi, ‘kadınların insan haklarını’ görmezden gelmekteydi.

1791’de, kadın haklarının “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”nde yer almamasına tepki olarak, kadın oyun yazarı Olympe de Gouges, “Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirgesi”ni yayımladı.

De Gouges, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ndeki 17 maddeye cevap olarak kaleme aldığı bu bildirgede, kadınların da insan olup, erkeklerle aynı haklara hem de doğuştan sahip olduklarını belirtiyordu.

De Gouges, bu bildirgesiyle, kadın hakları mücadelesine damga vuracak bir çağrı yaparak, Fransız Devrimi’nin evrensellik iddiasının eksik olduğunu ortaya koyuyor; devrimin ancak kadınların da hakları tanınınca tamam olabileceğinin altını çiziyordu.

Fransa’da Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin yayımlanmasından bir yıl sonra ise, İngiliz kadın yazar ve düşünür Mary Wollstonecraft, İngiltere’de Fransız Devrimi’nin etkisiyle alevlenen tartışmalardan etkilenerek Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi isimli kitabını yayımladı.

Wollstonecraft, bu kitabında dönemin liberal düşünür ve siyasetçilerinin cinsiyetçi zihniyetlerini eleştiriyor; kadınların eğitim ve toplumsal yaşamda, erkeklerle eşit olarak var olma hakkını savunuyordu.

Feminizm kavramının henüz ortaya çıkmadığı bir dönemde yazılmış olsa da, Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi kitabı, bugün feminist yazının ilk örneklerinden biri olarak kabul ediliyor.

Her ne kadar De Gouges ve Wollstonecraft, bu çıkışları yapsalar da, etkileri sembolik olmaktan öteye geçememişti. Esas olarak kadınların siyasal haklar mücadelesi, 19. yüzyılın ortasından itibaren bu amaca yönelik kadın örgütlerinin kurulmasıyla başladı.

Kadınların bu amaçla kurdukları örgütler ve bu örgütlere üye olan 10binlerce kadının başlattığı eylem, miting, konferans, kongre ve yayın süreci Sufraj Hareketi olarak adlandırılır. Sufraj, Latince “oy” anlamına gelen “suffragium” kelimesinden türemiştir ve oy verme hakkı ya da seçme hakkı anlamına gelir. Bu harekette yer alan kadınlara ise “sufrajist” denir.

Sufraj Hareketinin en etkili olduğu ülkelerden biri İngiltere’dir. İngiliz sufrajistler, dergi çıkarmak, konferanslarda konuşma yapmak, toplantılar düzenlemek yoluyla seslerini duyurmaya çalışırken; oy hakkı mücadelesinde daha radikal yöntemleri benimseyen ve sokak eylemlerini savunan feministler ise “sufrajet” olarak farklı bir isimle anılmaya başlandı.

Bu grup açlık grevi yapmak, kendilerini parmaklıklara zincirlemek, duvarlara slogan yazmak, kimi zaman da boş binaları ateşe vermek gibi yollarla, tutuklanmayı bile göze alarak, kadınların oy hakkı için önemli bir mücadele verdi.

Benzer bir harekete, Amerika’da da rastlandı. Hatta 1916’da Ulusal Kadın Partisi çatısı altında biraraya gelen feministler, sivil itaatsizliğin öncüleri kabul edilerek, Beyaz Saray’ın parmaklıkları önünde, haftada 6 gün olmak üzere 2.5 yıl boyunca, oy hakları için sessiz nöbet tuttular.  “Sessiz Nöbetçiler” olarak adlandırılan bu feministlerin çoğu, tamamen barışçıl bu eylemleri nedeniyle tartaklanıp hapse atıldılar.

 

Kadınların Türkiye’deki Siyasi Haklar Mücadelesi

1923’te kurulan Türk Kadınlar Birliği, Türkiye’de kadınların siyasal haklarına kavuşmasını sağlayan örgüttür. Birinci Dalga Feminizmin bir parçası olarak kabul edilebilecek kadın örgütlenmeleri aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun sön döneminden itibaren ortaya çıkmaya başlamıştı.

1913’te kurulan Osmanlı Müdâfaa-yı Hukuk-u Nisvân Cemiyeti (Osmanlı Kadın Haklarını Savunma Derneği), bu dönemde kurulan kadın derneklerinin en önemlisidir. Cemiyetin kuruluş programı; kadınların eğitimi, toplumsal yaşama katılması, çalışma hayatında yer alması ve hukuki eşitlik gibi konulara odaklanıyor, siyasal haklara ise değinmiyordu ama, kadınların siyasal haklara kavuşması için önce toplumsal konumlarının iyileşmesi gerektiğini savunan kimi cemiyet üyeleri, kadınların siyasette de başarılı olabilecek yetenekte olduklarını ifade etmekten çekinmiyor, siyasal hakların kazanıldığı günleri hayal ettiklerini ifade ediyorlardı.

Cemiyetin yayın organı olan Kadınlar Dünyası dergisi, Batılı ülkelerdeki sufrajistleri yakından takip ediyor, kadınların seçme seçilme hakkını kazandıkları ülkelerle ilgili haberler yapıyordu. Ve nihayet, kadınlara oy hakkı talebi 1921’de cemiyetin programına alındı.

Osmanlı kadın hareketinin geç de olsa seslendirdiği bu talebi çok daha güçlü bir sesle dile getiren ve Türk feministleri uluslararası Sufraj Hareketi ile buluşturan Türk Kadınlar Birliği oldu. Türk Kadınlar Birliği, henüz Cumhuriyet bile ilan edilmemişken, Haziran 1923’te Kadınlar Halk Fırkası adıyla bir kadın partisi kurmaya yönelik girişimle başladı, fakat hükümet parti kurulmasına izin vermeyince dernek olarak yoluna devam etti. Birliği meydana getiren kadın hareketinin öncülüğünü ve 1924-1927 arasındaki başkanlığını feminist yazar Nezihe Muhittin yaptı.

1926’da kadınlar, üye olmak talebiyle dönemin tek siyasi partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) başvurdular. 1927 seçimlerinde CHP adına bir kadın aday göstermek için girişimde bulundular, fakat bu talep reddedildi. Nezihe Muhittin bu girişimleri şöyle savunuyordu: “İnkılâpları doğuran hamlelerdir. Bu hamlelerimize her seçimde devam edeceğiz ve nihayet bizler de bu hakka her vatandaş gibi katılacağız”.

Türkiye’de kadınlar ilkin 1930’da Belediye Kanununda yapılan değişiklikle yerel yönetimlerde seçme seçilme haklarını kullandı. Aralık 1934’te ise bu haklar ulusal düzeye taşındı; kadınlar milletvekili seçme ve seçilme hakkını kazandılar. Bu kazanımlarda, kuruluşundan itibaren uluslararası kadın hareketi ile sıkı ilişkiler kurmuş ve kendisini dünya kadınlarının bir parçası olarak konumlandırmış Türk Kadınlar Birliği etkili olmuştur. Ama Mayıs 1935’te, Türk Kadınlar Birliği’nin kendi kendini feshetmesi ile birlikte, Türkiye’de kadın hareketi için bir dönem kapandı.

Kadın hakları mücadelesi daha sonraki yıllarda, belli boyutlarda sürse bile, 1920’li yıllardaki gibi bağımsız ve feminist sesin yeniden bir harekete dönüşmesi, ancak 1980’lerde mümkün olacaktı.

 

 Toplumsal Cinsiyet ve Kadınların Siyasete Katılımı

Siyasi haklar mücadelesi birçok ülkede kadınların siyasete katılmasının önünü açmış ve kadın hakları hareketlerinin büyüyüp çeşitlenmesine katkıda bulunmuş ise de, aktif siyasal özneler haline gelmek, politik etki sahibi olmak ve karar alma süreçlerine katılmak halen çok kolay değildir.

Kadınların siyasal olarak ne oranda temsil edildiklerine ve karar alma organlarında ne oranda yer bulabildiklerine bakarsak, siyasette toplumsal cinsiyet eşitliğinin hala çok uzağında bulunduğumuzu görürüz.

 Kadınların bugün hala, siyasi parti ve parlamentolarda eşit temsil edilmek bir yana, kurumsal hiyerarşide yani yürütme organı gibi karar alma mekanizmalarındaki yerleri çok düşük seviyededir. Kadınlar, tabanlarını oluşturdukları siyasi partilerin parti meclislerinde çok az, merkez yürütme kurullarında ise çok daha az yer alırlar.

Peki, siyasal hakların kazanılması neden kadınların siyasette eşit temsil ve eşit katılım amacına ulaşmasını sağlamamıştır? Ve kadınlar neden, kendi hayatlarını da doğrudan etkileyen, üretim, bölüşüm, demokrasi ve sağlık gibi can alıcı konularda politika üretilip kararlar alınırken, bu süreçlerin dışında kalmaktadır?

Bu durumu tersine çevirmek ve kadınların siyasete katılımını arttırmak için ne yapılabilir? Daha çok kadın siyasette aktif görev alsa, yani siyasette kadın sayısı artsa, bu, katılımda toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak için yeterli olur mu?

Yukarıda değindiğim gibi, siyaset uzun süre erkeklerin erkekler için yaptıkları bir uğraştı. Dolayısıyla da siyasetin yapısı ve dili erkek egemen bir biçimde şekillendi. Siyasal haklarını kazandıktan sonra kadınlar, bu eril yapı içerisinde kendilerine yer bulmaya çalıştılar, ama kuralları, mekanizmaları, dili, sınırları ve ilişkilenme biçimleri erkekler tarafından şekillendirilmiş ve hala da büyük oranda erkekler tarafından kontrol edilen bir alan olan siyasete, kadınların katılma biçimleri de çoğunlukla erkekler tarafından belirlenmektedir.

Bir başka deyişle, kadınların siyasal katılımının önündeki en büyük engel, siyasetin erkek egemen yapısıdır. Bu yapıya sızabilmiş az sayıda kadın için bu, görünür ve görünmez birçok engelle mücadele etmek anlamına gelir.

Kadın politikacılar çoğu zaman kendilerini, siyasette başarılı olmak için “erkekleşmek” yani eril siyaset dilini benimsemekle, siyasi etkinlik ve sözlerini “kadınsı” ya da kadına uygun olarak görülen alanlarla sınırlanmak arasında bulmuşlardır. Örneğin aile, sağlık, çevre gibi alanlarda kadın siyasetçilerin görüş belirtmesi, aktif olması normal görülürken, kadın bir savunma bakanı ya da dışişleri bakanı hayal etmek daha zordur.

Kadınların siyasete katılımı önündeki bir başka engelse, ataerkil norm ve pratiklerin hâlâ çok güçlü olmasıdır. Birçok kazanıma rağmen, bugün dünya geneline bakıldığında kadınlar erkeklerden daha az eğitimli ve daha yoksul ve gerek çalışma hayatı gerekse kamusal alanda mücadele deneyimleri açısından erkeklerden dezavantajlı konumdadırlar.

Günümüzde özellikle parlamenter siyasetin giderek daha fazla maddi kaynak, sosyal sermaye, kültürel donanım ve iletişim ağı gerektirdiği düşünüldüğünde, kadınların bu alana neden daha az sayıda katılabildikleri daha net ortaya çıkar.

Tüm bunlara ek olarak, kadınların birincil rollerinin annelik, birincil sorumluluklarının ise ev ve bakım işleri olduğu düşüncesi, kadınların siyasette aktif rol almasını engellemektedir.

Kadınlar bu düşünce nedeniyle zamanlarının önemli bir kısmını hane içinde geçirmekte, çalışma hayatına atılan kadınlar ise çifte mesai yapmakta, yani hem işte hem de evde çalışmaktadırlar.

Hal böyle olunca, genelde belli bir yaşın üzerinde, çocuk ve ev bakımı sorumluluğunu azaltmış kadınlar aktif siyasete girebilmektedir. Buna rağmen birçok kadın siyasetçi de, siyasi rolleri ve görevleri ile kendilerine dayatılan cinsiyet rolleri arasında sıkışmaktan kurtulamadıklarını, annelik, eş ve ev düzeni sorumluluklarının siyasette kendileri aleyhine kullanıldığını belirtmektedir.

 

Siyasette Kadınlar Lehine Pozitif Ayrımcılık

Kadınlar aleyhine tüm Dünyada süregelen bu kadar dezavantajlı koşula karşın kadınların siyasete katılımını arttırmak, özellikle siyasi partiler ve parlamentolar gibi formel siyaset kanallarında kadın sayısını yükseltmek için stratejiler ve mekanizmalar geliştirilmiştir.

Bunların başında cinsiyet kotası uygulaması gelmektedir.

Toplumsal cinsiyet kotaları, esas olarak, kadınların siyasal haklara ve erkeklerle hukuki eşitliğe kavuşmuş olmalarının, siyasete eşit katılımı getirmediği ve ataerkil toplumsal yapı ve kültürün sebebiyet verdiği fırsat eşitsizliğini ortadan kaldırmadığı düşüncesine dayanır.

Bu düşünceye göre, siyasette kadınların temsilini arttırmak için onlar için belli avantajlar sağlanmalı, yani pozitif ayrımcılık uygulanmalıdır:

Cinsiyet kotası sistemi, bir birimin üyelerinin belli oranda kadınlardan oluşmasını zorunlu kılar.

Bu zorunluluk kimi ülkelerde anayasal bir ilkedir. Örneğin, 2003’te kabul edilen yeni Ruanda Anayasası meclisin en az 1/3 oranında kadın milletvekillerinden oluşmasını öngörmektedir. Bu nedenle 2003 seçimlerinde Ruanda, İskandinav ülkelerini bile geride bırakarak, % 48.8 oranıyla kadınların parlamentodaki temsili açısından dünyadaki en başarılı ülke olmuştur.

Kimi ülkelerde ise cinsiyet kotası uygulaması seçim kanunlarının bir parçasıdır. Örneğin Arjantin’de 1991’de seçim kanununda yapılan değişiklikle, siyasi partilerin aday listelerinin en az 1/3’ünün kadın olması ve her seçim bölgesi için ilk 3 aday içerisinde en az 1 kadın aday olması zorunluluğu getirilmiştir.

Latin Amerika ülkeleri arasında ilk cinsiyet kotası uygulamasını getiren ülke olan Arjantin, kadın temsili açısından yarattığı pozitif sonuçlarla bölgedeki diğer ülkeleri de etkilemiştir.

Cinsiyet kotası uygulaması, seçim kanunları ve anayasa ile zorunlu kılınmasa bile siyasi partilerin kendi tüzüklerinde yaptıkları değişikliklerle de uygulanabilir. Siyasi partilerin kendi istekleriyle yaptıkları bu değişikliklerle 50’nin üzerinde ülkede birçok siyasi parti hem parti içi yönetim kademelerinde hem de partinin aday listelerinde kadınların sayısını önemli ölçüde arttırmıştır.

Ancak, siyasette kadınların sayısal olarak temsil edilmeleri çok önemli olsa da, temsil sorununu yalnızca sayısal eşitliği sağlayarak çözemeyiz. Birçok feminist siyaset bilimci, kadınların temsil sorununun kota uygulamaları ile sayısal eşitliğe indirgenemeyecek kadar zor bir sorun olduğunu belirtir; çünkü toplumsal cinsiyet eşitliği demek:

Sayısal bir kadın-erkek eşitliğinin ötesinde, erkeklik ve kadınlık rolleri üzerinden yeniden üretilen cinsiyet eşitsizlikleri ile patriarkal norm ve pratiklerin ortadan kaldırılmasıdır.

Buna göre kadınların siyasette temsilinden gerçekten söz edebilmek için, temsilde sayısal eşitliğin yanı sıra, kadınların kadın olarak, sorunlarını, taleplerini, çıkarlarını dile getirip, politikalarını oluşturabilecekleri siyasi mekanizmaların oluşturulması gerekir.

Bu siyasi mekanizmalar, bürokrasi veya parlamento olarak örneklendirilebilecek dar siyasal alanda değil, daha geniş bir siyasi düzlemde, yani sendikalardan sivil toplum örgütlerine kadar birçok yerde hayata geçirilmelidir.

Bir başka önemli nokta da bağımsız bir kadın hareketinin ve feminist siyasetin varlığının, kadınların siyasi katılımına yaptığı katkıdır. Bilindiği üzere, kadınların 20. yüzyılda elde ettikleri kazanımlar, kadın hareketinin ve feminist mücadelenin sonucunda gerçekleşip, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin aşılması ve kadının özgürleşmesinde bu hareketler sayesinde önemli yol katedilmiştir.

Örneğin bugün eğitim olanaklarında toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadınların çalışma hayatına katılması yönünde önemli ilerlemeler kaydedilmiş vaziyettedir. Kadınlar lehine meydana gelen bu değişimler, kadınların siyasette de daha fazla yer bulmaya başlamasında kilit rol oynadı.

Bunun devam etmesi ve siyasette kadınlar lehine daha önemli kazanımlar elde edilebilmesi için çalışmamıza halen çok ihtiyaç vardır.

Erkek egemen toplumu ve bu zihniyeti değiştirmeye çalışan kadın hakları örgütleri ve feminist hareketin, siyasi partiler ve parlamenter siyasette yer alan kadınlar arasında köprü kurması ve bunların birbirlerinden beslenecekleri iletişim kanallarını çoğaltmaları siyasette kadın katılımını arttırmak ve kadınların alanını genişletmek için hayati önemdedir.

 

 Türkiye’de KADIN PARTİSİ

 Bu noktada sözü 26.06.2014 tarihinde ülkemizde KADIN PARTİSİ’ni kurarak çok önemli bir ilki  gerçekleştiren değerli dostum BENAL YAZGAN’a getirmek istedim.

Kendisi KA-DER (KADIN ADAYLARI DESTEKLEME DERNEĞİ)’nin Kadıköy’deki şubesinde Yönetim Kurulu Üyesi olarak çalıştığım yıllarda, benim başkanımdı. Şimdi de hukuk okuyarak meslektaşım oldu.

Fakat kendisi ile 05.02.2020 günü yaptığım röportajı bu makalenin içine yedirmek yerine; ayrı bir makale şeklinde yayınlamayı uygun bulduğumdan, KADIN PARTİSİ’NİN KURUCUSU BENAL YAZGAN RÖPORTAJI’nı, diğer makalelerim arasında bulabilirsiniz.

 

 ‘Kişisel Olan Politiktir’ Ne Demektir?

Feministlerin, Siyaseti nasıl anlamak gerekir? sorusuna getirdiği en önemli şey “kişisel olan politiktir” önermesidir. “Kişisel olan politiktir” düşüncesi, 1960’larda ortaya çıkan ve II. Dalga Feminizm olarak adlandırılan feminist hareketin ortaya attığı bir düşüncedir.

Nasıl ki I. Dalga Feminizm kadınların eşitlik talebinin sesiydi, II. Dalga Feminizm de her alanda bir özgürlük talebidir. Feministler 1960’lara gelindiğinde, mücadelelerinin yönünü kamusal alandaki eşitliğin ötesine; yani ailede ve cinsellikte kadınların özgürleşmesine çevirmişlerdir; çünkü ‘kişisel olan’, toplumsal ve siyasi yapı ile bu yapılardaki eşitsizliklerden beslenmektedir!

Kişisel olan politiktir önermesi, aile ilişkileri ve kadının ev içi emeği gibi özel alana ilişkin gibi görülen alanların da, güç mücadelesinden ve hiyerarşik ilişkilerden bağımsız olmadığının altını çizer.

Dolayısıyla, eğer evde, ailede, aşk ilişkisinde ve evlilikte güç ve iktidar, hiyerarşik ilişkiler ve eşitsiz bölüşüm varsa o zaman siyaset vardır; YANİ ASLINDA AİLE, EVLİLİK  VE AŞK BİLE POLİTİKTİR!

 Böylelikle feministler, kişisel ya da mahrem sayılan, politikanın dışında görülen, özel alana ilişkin olduğu düşünülen alanların ve ilişkilerin de siyasetin ve kamusal tartışmanın bir parçası olması gerektiğini savunurlar. Bu şu anlama gelir:

Örneğin, kadına karşı aile içi şiddet kişisel ya da özel bir sorun olarak görülemez; çünkü aslında aile içinde erkeğin kadına uyguladığı şiddet, kadın ve erkek arasındaki toplumsal eşitsizlikten beslenir, tam da oradan doğar.

Yani, kişisel olarak karşı karşıya kaldığımız eşitsizlik, toplumsal ve yapısal eşitsizliklere dayanır. Bu nedenle, kadının karşı karşıya kaldığı şiddet, politik bir mesele olarak ele alınmalı, tartışılmalı ve siyasetin konusu olarak görülmelidir.

Tüm bunlardan görüleceği gibi, feministlerin klasik siyaset anlayışına yaptıkları müdahale, aynı zamanda, bu anlayışların temelini oluşturan özel-kamusal alan ayrımına da müdahaledir.

 

 ‘Özel ve Kamusal Alan Ayrımı’ Nedir?

Peki, nedir özel ve kamusal alan ayrımı? Ve feministler tarafından neden eleştirilmiştir?

İçinde yaşadığımız modern toplumlar, bu ayrımın üzerinde şekillenmiş olup; özel-kamusal alan ayrımı, toplumsal ilişkilerin, temel 2 alana ayrıldığını kabul eder:

Özel alan, devlet kontrol ve idaresinden görece bağımsız olan ev ve aile gibi kişisel ve yakın ilişkilerin yaşandığı alana işaret ederken; kamusal alan, kişilerin iş ilişkileri ya da politik eylemleri gibi toplumla ilişkili etkinliklerini kapsayan, devletin kontrol ve idaresi altındaki alandır.

Yasaların yapılıp politik ilkelerin belirlendiği siyaset alanı kamusal alan olduğundan, feministler bu ayrımın, kadınlar ve erkekler arasındaki eşitsizliklerin üzerini örttüğünü savunur.

Bir başka deyişle, özel alana müdahale etmeme prensibine dayanan liberal devlet, özel alanı siyasetten arındırılmış bir alan olarak varsaymakta ve hanedeki erkek egemenliğini görmezden gelmektedir.

Yani, kamusal-özel alan ayrımı, patriarkal sistemi meşrulaştırmaktadır!

 Hal böyle olunca, liberal demokrasiler tüm eşitlik ve özgürlük vaatlerine rağmen, özel alandaki eşitsizlikleri yok saydıkları ve (görseler bile) sorunlarını tartışmadıkları için, vaatlerinin çok uzağına düşmekte ve kadınlara sağladıkları kamusal haklar da, bu eşitsizliklerin gölgesinde kalmaktadır.

London Economics School (Londra Ekonomi Okulu)’da ‘Politika ve Toplumsal Cinsiyet Profesörü’ olan Anne Phillips, bu durumu şöyle anlatmaktadır:

Feministler için, özel alanın doğasının araştırılmaması bir eksikliktir; çünkü kadınlar ve erkekler aynı derecede özerk ve özgür değillerdir. Aynen sosyalistlerin, sınıf eşitsizliğinin, sözde politik eşitliği nasıl bozduğunu vurguladıkları gibi, feministler de evlilik ve hanedeki eşitsizliğin, eşit politik hakları nasıl anlamsızlaştırdığını vurgulamışlardır. Bunun pratik sonuçları biraz basit olabilir:

Örneğin kadının politik yaşama katılma olanağını erkeklerle eşitlemek için, daha fazla çocuk yuvalarının açılması gibi.

Ama bu tartışmanın büyük bölümü, kamusal ile özel alan arasındaki liberal ayrım, sabırla, eril (erkek) kalmaya devam eden bir birey versiyonu sunduğu için, daha çok kavramsal düzeyde bir meydan okumadan ibaret kalmaktadır.

Belirtmek gerekir ki, feministler özel-kamusal alan itirazını dile getirirken, “Özel-kamusal alan ayrımı bütünüyle ortadan kalksın ya da özel alan ve mahrem gibi kavramlar gereksizdir” gibi bir iddiada bulunmamaktadırlar.

Feministlerin amaçladığı, bu ayrımı mutlak kılmayarak; alanların belirli cinsiyet rolleriyle özdeşleştirilmemesini (kamusal=erkek; özel=kadın gibi) ve özel alana ilişkin eşitsizlik ve adaletsizliklerin üstünün örtülmemesini sağlayacak yeni kavramsallaştırmalara ulaşmaktır.

Bir başka deyişle, daha fazla alanda, daha fazla katılım ve kamusal tartışma isteyen feminist politika, “demokrasinin çerçevesini ve ilgili olduğu durumları, gündelik yaşamımızın her köşesine uyacak şekilde genişletir”.

1960’larda II. Dalga Feminizm ile ortaya çıkan ve feminizmin belli başlı önermelerinden biri olan kişisel olan politiktir önermesi, sonraki yıllarda siyasetin çok daha geniş ve çok katmanlı olarak anlaşılmasına da kapı açmıştır.

60’ları izleyen yıllarda ortaya çıkan yeni feminist akım ve düşünürler ise, II. Dalga feministlerin dikkati çekmeye çalıştığı aile ve kadına karşı şiddet gibi alanların ötesine geçerek, iktidarın her tür tezahürünü siyasal olanla ilişkilendiren bir görüşü benimsemişlerdir.

Günümüzde Judith Butler gibi feminist kuramcıların başını çektiği bu bakış açısı, gündelik dil ve beden pratiklerini de siyasi ve dolayısıyla feminist mücadelenin konusu haline getirerek, siyasete feminist müdahalenin alanını daha da genişletmiştir.05.02.2020

 Sosyolog Av. Mukaddes Günsu AKÇAGÖZ